Bugün cumartesi.
Peh!
Kızların çoğu buluşacakları restoran, sinema, tiyatro veya romantik akşam yemekleri için süslenme çabalarını ayna önünde sürdürüyorlar…
Yaşlandım galiba! evde birkaç arkadaş oturup sohbet etmekten başka eğlenceyi canım çekmez oldu birkaç yıldır. Ne peşinden aklımın koştuğu bir erkek var yaşamımda, ne içimden taşan dev umutlar…
Geceyi, evde okuyarak geçirmem için beni sürekli dürten iç sesime direnmemek için bahanem var bugün:
Yoksul köylere yapılan kütüphanelere birkaçını daha eklemek için New York’ta yaşayan Türklerin kurduğu bhop’ un, bir sanat galerisinde toplantıları var.
Rica ettiler gidip konuşacağım. Kim bilir ömrümde kaçıncı kez, “hayatta en güzel fiil sevmektir, ikincisi de yardım etmektir” diye başlayan konuşmayı, muhtaçlara köprü kurmaya çabalayan bu gönlü kocaman insanlara aktaracağım.
(kendinden başka insanların da iyiliğini düşünen bu insancıklara yürekten teşekkürler!)
Köprü ana baba günü. Radyodaki çocuğun esprilerine gülüp, açlıktan topuğuma yapışan midemin sesini, torpidoda bulduğum nemden yumuşamış bisküvilerle susturarak Ümraniye- Beyoğlu arasındaki yolu tam iki buçuk saatte alıyorum, şükür vardım…
İllaki ya mor giyinin ya da yeşil demişler davetiyede. Baharın, umudun renkleriymiş.
Gardırobun dibinden eski mor kıyafetimi çıkardım. beli lastikli olmasa bunca yılın ardından üzerime uyacak gibi değil! uydu!
E pabuçlara da uyumlu bir şeyler yapmak gerek. Çiçek demetlerinin sapından çıkan kurdeleleri saklayan, savaş yıllarının yokluğunu unutmamış bir annem olmasının faydası bu işte.
Yoksa biriktirdiği plastik yoğurt tasları için az tartışmamışızdır… “anne bunların içinde bakteri ürer, saklama at” desem de, o gizliden gizliye 200’e yakın tası yatak altında biriktirmeyi başarmış ve ev taşınırken “plastik hazinesi” ortaya çıkmıştı.
Mor kurdeleyi ikiye bölüp ayak bileklerime birer mor fiyonk yaptım. çok hoş oldu. aferin sana dedi içimdeki ses.
(israf etmemeyi hayat düsturu edinmiş bir annem olduğu için teşekkürler!)
Arabayı Marmara otelinin otoparkına koyup bir taksiye atladım. Üzerimdeki kıyafet istiklâl caddesine uygun bir kıyafet değil üstelik adrese de yabancıyım…
Kumbaracı yokuşunun başında indim. Buradan ötesi çıkmaz sokak ve sanat galerisi çıkmaz sokağın en sonundaki binanın üst katında.
Arka sokaklardan gelen müzik sesleri, insan kahkahaları, sokağa dağılan yemek kokuları şen bir geceyi yağ gibi döküyor parke taşların üzerine. Sokak lambasının her taşın yuvarlak sırtına yaptığı kaygan ışık örtü; eski İstanbul filmlerindeki nostaljinin, saflığın ve bozulmamışlığın sessiz parçaları gibi…
Çıkmaz sokağın yokuşunun başında durup aşağıya gülümseyerek bakıyorum. Derin uykudaki dev bir yılanın sırt pulları gibi şose…
Ayakkabılarım ne kadar yüksek ve rahatsız!
Taş aralarına giren topuklar, bombeli taşlar üzerinden kayan taban… Kendi kendime kızıyorum. Neden yanıma yedek düz bir pabuç almadım diye.
İki adım atıyorum sol tarafta bir flaş patlıyor! Rusya başkonsolosluğunun yüksek duvarından, harekete duyarlı projektörü üstüme ve sokağa beyaz bir şelale gibi akıyor.
Komik bir şaşkınlık, gülümseme yaratıyor insanda bu ışık. Herkes sana bakıyor sanki… Ama sokak bomboş.
Şimşek gibi beliren ışık, aşağı yol alan bir havai fişek gibi sokaktan akıp, sokak bitimindeki demir kapının önünde duruyor.
Bana gideceğim yolu aydınlatan şûadan bir peri gibi. Ne hoş!
(çocukluğumuzdan beri “perilerin ışıkla ilişkili” olduğunu anlatan masallara teşekkürler!)
Karanlık sokağın beş yüz metre ilerisindeki kapıya varmam için beni yüreklendiren bu ışığa, fayton atlarının asfaltta çıkardığı toynak sesleri gibi ses çıkaran ayakkabılarımın tıkırtısı eşlik ediyor.
Yolun yarısına gelmişken durup duvar önünde soluklanıyorum. Hareket etmeyince, sokağı aydınlatan projektör sönüveriyor.
Her yer zifiri karanlık oluyor birden. Ürperiyorum! “ne işin var burada?” diyor içimdeki ses.
Yokuş aşağı yuvarlanmamaya çalışarak hızlı yürümeye başlıyorum o korkuyla. Bir an önce demir kapının önüne kendimi atmam gerek.
Kendimi seyrediyorum bu film karesinin içinde ve karar veriyorum ki bu mor elbiseli koket kadın o sokağın dekoruna hiç uymuyor. Ya da bu sokak için o kadın yabancı bir dekor…
Senaryoyu yazan ben olsam, yokuş aşağı uzanmış, uyuyan bir ejderha sırtını andıran pul pul deriden oluşan sokağın üzerine, gezen birkaç sokak kedisi ve çöp bidonları koyardım.
Balkonda ipte on bininci kez yıkanmaktan yorgun çamaşırlar, derinden gelen cızırtılı bir televizyon sesi…
Hatta duvar üstünden tüyleri sarı-beyaz bir kedi yere atlamalı, onu gören hastalıklı bir köpek yattığı yerden kalkıp aslan kesilmeli, canhıraş bir kovalamaca ve havlamaların ardından, apartman penceresi açılıp sokağa bir kova su boşaltılmalı.
Küfür edip pencereyi sertçe kapatmalı ihtiyar bir amca…
Kadın koyu yeşil ağır demir kapıyı zorlanarak açtı ve avluya kendini attı. tedirginliği geçmişti.
Yılan uyanmamış, kediyi köpek kovalamamış, üst üste yığılmış dairelerden kimse pencereyi açmamış, sokaktan bir canlının geçtiğini “projektör” hariç kimse fark etmemişti.
Oysa üç adım yukarıda yemek kokuları ve darbuka sesleriyle hayat ne kadar da gerçekti…
Hayret! salondaki bunca insan o hayalet gibi sokaktan mı geçip gelmişti bu salona?
( korktuğumuzda, ıslık çalarak kendimizi avutabileceğimizi öğreten insanlara teşekkürler!)
Gece bitti. kulaklarımda bir yorgun uğultu, ama içim görmediğim çocuklara yardım etmiş olmanın garip huzuruyla demir avlu kapısını itip sokağa geri çıktık
Hülya ve ben…
İki kadın, uyuyan ejderhanın sırtına serili sokağa ayaklarımızı basar basmaz projektör yandı. İçimizden ıslık çalmamak için sebebimiz vardı: iki kişiydik.
İkimiz de biliyorduk ki dik yokuşu tedirgin adımlarla çıkarken, aklımızı ve ruhumuzu korkudan temizlemenin en güdüsel yolu konuşmaktı.
Bu da bir şekilde “kelimelerle ıslık çalmaktı”. Ama birbirimize hissettirmeden…
Karanlık, şimşek, gök gürültüsü ve derin çukurlar mağara devrinden bu yana hücrelerimize işlenmiş minik korku nakışları, medeniyetin ortasında da işbaşı yapıyorlar.
Yaratılışımızda bedenimize işlenen en derin nakış “canlı kalabilmek” adına güdüler geliştirmemiz bu yüzden…
Canımızı sakınmak asal görevimiz. Daha uzun yaşamak, daha çok hayatta kalıp, daha çok nesil üremesi için çabalamak…
Sevgi denilen duygunun da damarlara zerk edilmesinin sebebi bu sevinci diri tutmak değil mi?
(âdemoğlunun dişi olanını evladına görünmez bağla döşeyen Allah’ıma teşekkürler!)
Topuklu ayakkabıların içinden uzanan ince ayak bileklerimiz, hızlı adımlarla tırmandığımız yokuşun ortasına geldi, yavaşladık. Uzaktan gelen sesler daha cüretkâr şimdi.
Sokak başından hızlı adımlarla gelen iki gölge yokuş aşağı bağıra bağıra inmeye başladığında Hülya’yla birbirimize yaklaştık.
Projektör dev ışığını bir kez daha sönüp açtı! Taş arasına giren topuğumu sertçe söküp hızlandım.
Üstüme doğru yokuş aşağı yürüyen adama yol vermek için duvara doğru yaklaştığımda içimdeki ses sokağın başında dediği cümleyi tekrarladı: “ne işin var burada?”
Havada öyle gergin, basınçlı bir yoğunluk var ki bir tohumun patlamadan önceki son enerjisi sokağa yayılıyor…
İkimiz de aynı anda birbirimize döndük…
Yuvarlak yüzünde seyrek sakallar, beyazı içinde kaybolmuş göz bebekleri, küstah bir büklümde duran ağız bana bir karış mesafeden bağırıyor:
“çantanı ver yoksa gırtlağını keseyim mi?” Sustalıyı tek harekette açamıyor, bir iki kez düğmesine basıp bocalıyor.
O da acemi, ben de!
Projektör sönüyor. Sokakta hareket yok!
Bir daha bağırıyor ve bıçağı dürtüyor.
Aslında o da kesmek istemiyor boğazımı biliyorum. Ama o cüzdanı mutlaka istiyor.
Karanlıkta kulağımın altına bir soğuk demir titreyerek dokunuyor.
Bıçağın sivri ucunun değdiği yerde, damarımdan geçen kanın akışını daha net hissediyorum. Ejderha derin bir nefes alıyor ve sokak kımıldanıyor ayaklarımın altında.
Projektör ışığın parlattığı taşların aralarından akan kanı birileri filme alıyor o an.
Annem perişan, yas tutuyor, oğlum iki kere yetim.
Borcum yok kimseye ama param da yok!
Ben ölünce onlar ne yapacaklar? Bu sahneyi bin kere yaşayan Hülya, duvar dibinden kaç kez uyanarak ağlayacak hayatı boyu?
Gazetelerde çıkan, sas komandosunun ölüm haberi kuponu kesilip konuluyor duvara o an!
Babamı son kez gördüğümde daha uzun yanında kalsaydım diye geçiyor aklımdan…
Ölmeden önce anlatmak, konuşmak, affetmek, itiraf etmek istediklerimi ertelediğime kızıyor içimdeki ses…
“pahalı” dediğim o kırmızı çiçekli elbiseyi alıp giymediğime hayıflanıyorum bir saniye içinde!
Onca yazacağım roman vardı, bir daha âşık olmak isterdim…
Çeşme’de denize girmek, iyi bir program daha yaparak öğrendiklerimi insanlara umut olarak aktarmak isterdim…
Boynumdaki bıçağı iteliyor bir el ve tüm ömrüm bir minik demirin ucunda sallanıyor…
Sapı sarı, ucu beyaz metal bıçak projektörle parlıyor, gözüme ışığı vuruyor.
Şimdi cüzdandaki altmış lirayı ona vermemi kabul etmeyen ve tüm çantayı isteyen bu çocuğa tüm hayallerimi teslim ediyorum işte!
Kerem’imin yanında daha uzun kalabilmek bir gazetede tekrar köşe yazabilmek, kitaplarımı yurt dışında satabilmek için, tırnaklarımı hayata tekrar geçirebilmek için:
“al işte çanta, al” diyorum…
( şah damarıma dayanmış bu iki çocuğun, onun ve kendi çocuğumun hayallerini de yıkmadığım için içgüdüme teşekkürler)
Aldığı çantayla beraber çıkmaz sokağın demir kapıyla son bulan dibine doğru koşmaya başlıyor. Gözcü olan diğeri de ardından…
avazım çıktığı kadar bağırıyorum şimdi. “imdat yardım eden yok mu ne olur çantamı çaldılar Allah aşkına yardım edin”…
İçinde sadece hayaletler olduğuna inanılacak kadar sakin evlerin kapıları, pencereleri bir bir açılıyor.
İnsanlar sokağa bakıyorlar. Projektör artık hep yanar durumda!
Sanki tüm bu film çekilirken figüranlar rollerini bekliyorlardı, gizlendikleri yerden bir çığlıkla çıkıp âdemoğluna düşeni tamamlayacaklardı…
Ejderhanın pul pul taşlarla kaplı sırtında ellerinde sopalarla koşuşan erkek ayakkabıları, demir kapının ardında kayboldular.
Beş dakika içinde polis arabasının beyaz gövdesi sokak başında durdu.
( imdat diyene hala yardıma koşan insanların var olduğunu gösteren tüm kumbaracı yokuşu gençlerine teşekkürler)
Bana bıçak dayayan ,Sevgili oğlum Nur, polisin seni yakaladığı gece, camın ardından seni bana gösterdiler. Sen beni göremiyordun…
“bu mu?” diye sordular. Zaten itiraf da etmişsin. “evet, bu” dedim. Uyku mahmuru gözlerin aynen uykudan uyandığında oğlumunkiler nasılsa öyleydi. Çocuksu ve saf!
Dün gece üstüne giydiğin hırsız kostümü sana ne kadar da uzaktı, ne kadar da sahteydi o çocuk…
Cam ardından seni seyrederken ağladım.
Dizime yatırıp, o içinde karmakarışık bir dünya olan tozlu başını sevmek isterdim. Annenin seni dünyaya getirirken kaderine kurduğu hayalleri duydum!
Kim bilir kaç kardeşin var, üvey baba mı sebep Van’dan buralara kaçmana, üvey ana mı? Medyadan izlediğin kolay hayatlar mı kandırdı seni?
Yoluna ışık bulaşsın, incitmeden yaşamanın bir yolunu bul diye, ıslah olman için dua ettim kalben.
Şimdi artık sabıkalı bir insansın. Yolun net damgalandı.
Damgalanmasaydı eğer, sen bir gün 26 ncı suçunu işlerken, bir polis seni vurduğunda, “sabıkası bile olmayan” bir masumu zedeledi diye polis zan altında kalacaktı.
Dileğim bir “Türk bir dünyaya bedeldir” sözünü benim kadar içten hisseden kanun yapıcıların, senin ıslah olup bir meslek kazanman için “ceza” evinden çok, “eğitim hapishaneleri” açmalarıdır.
Almanlar bunu başardı. Bizde de sen arala bu kapıyı hikâyen ile…
Rabbim seninle olsun.
Mevlana’nın sözü beynimde kısık sesle tekrarlanıyor:
“yok olmak, zıddın zıddı yenmesinden ileri gelir…”.
.”yok olmak, zıddın zıddı yenmesinden ileri gelir…”
…”yok olmak, zıddın zıddı yenmesinden ileri gelir…”
2009 ayşenur yazıcı / andrea and