Tenekenin Ruhu Olur mu?

(ölü bir polo’nun ardından…)

senin adın bu! ben sana ara sıra farklı lakaplar takmış olsam da adın 34 vd 5258

her yerde anıldığın isim bu.
trafiğe gittiğimde, kasko yaptığımda, şasi numaran sorulduğunda ön adın hep bu senin…
benim içinse adın “bulut rengi kızım” veya “aslan koçum” oldu hep.

nüfus kâğıdında –ki insanoğlu bu dünyada adına ruhsat diyor – senin adın benimkiyle beraber yer alıyor. tıpkı can verdiğim tek varlık “oğlum” un nüfus kâğıdında ana adı ayşenur yazdığı gibi.

aramızda olan bağın bu kadar duygusal olduğunu ben de düne kadar fark etmemiştim.

alt tarafı genel adı “araba” olan metalden yapılmış, içine ancak benzin koyarsan giden ama benim yalvarmanla hareket etmeyen bir cisimdin işte! menfaatçiydin yani!
sanki hayatın “ne kadar ekmek o kadar köfte” ile sürüyordu…
aman bir yerin aksamasın, iyi ol diye servise her seni bırakıp geri aldığımda parıldıyordun.
sen parıldadıkça ben de sana güveniyordum ve bu karşılıklı ‘ köle-efendi ‘ ilişkisi bir gün hayat ortaklığı ilişkisine dönüştüğünde çoktan evin bir ferdi haline dönüşmüş olduğunu da anladım.

bundan tan 11 yıl önce, kendime nihayet sürekli olan bir iş bulduğumda eş dost dürtmüştü beni:
neden bir araban yok senin diye.
ailemin fertlerini omzunda tek başına taşıyan biri olarak cesaret edememiştim bir araba kredisine girmeye. “ya ödeyemezsem korkusu” memur çocuğu olarak büyümekten bana kalan en dürüst korkuydu da ondan.

banka borcum bitene kadar her ayın ilk gününde ‘ilk’ yaptığım iş senin 12 ye bölünmüş bedelini koşarak ödemek oldu. ve inan son taksit bittiğinde tüm gece, pencereden sokakta gıcır gıcır duran bedenini seyrettim.
artık bu benim dedim!
alın terimle aldığım en büyük ilk şey sendin… (sonrasında da bir şeyim olamadı ama sen güzeldin, benimdin)
benim için ne kadar önemli olduğunu sana hiç söyleyemedim utandım, ama hissettiğinden emimin.

seninle 120.000 kilometre hayat paylaştık. bir kere bile yolda durup “ben daha ileri gitmek istemiyorum” demedin.
ne tatlı bir yol arkadaşıydın sen! ne uyumlu, ne anlayışlı, ne anlaşılması kolay…
istanbul trafiğinde dur kalk yaparken ve magandalar yolda beni oraya buraya sıkıştırırken, ben daralmış en okkalı küfürleri savururken ne kadar da tevekküllüydün sen.

havaalanlarında dönüşlerimi bekledin sabırla. bozcaada’da sevgilimle gezmemi, iş yerimin önünde her gün 14 saat çıkmamı bekledin. oğlumu tüm ameliyatlarında hastaneye sen yetiştirdin, sen bekledin benimle pazaryerlerinin, imtihan çıkışlarının, okulların önlerinde.

çeşme’den istanbul’a kaç yüz kere bizi taşıdın kırk derece sıcağın altında ve bizimle tatile çıkmanın keyfini paylaştın.
tatil boyunca bir kere bile üstüme geçirmeyeceğimi bile bile bavullara tıkıştırdığım tonlarca kıyafetleri,su ısıtıcılarını, dalgıç giysilerini,oltaları, abuk topuklu ayakkabılarımı söylenmeden taşıdın, geri getirdin…

şeker hastası olduğumu ilk seninle öğrendik. beni incitenleri, üzenleri bir tek sen bildin, konuşurduk…

seninle beraber yaşamaya başladığımızdan beri, her kira artışında taşındığım yeni evlere, tavanına kadar yüklediğim eşyaları gık demeden götürdün.
bir kere bile bana dönüp “bıktım ev değiştirmenden” demedin.
biliyordun en değerli tek eşyamın sen olduğunu ve belli etmeden de gururlanıyordun… biliyorum. ben de seni seviyordum.

“bayanlar polo cup” yapılacağını duyunca işte dedim bulut rengi kızımla herkesten daha iyi yol alacağımızı bir kupa ile ispat edebileceğimiz yarışma!
çünkü sen beni, ben seni o kadar iyi tanıyorduk ki ben gözlerime bant bile koysam, o pisti bizden iyi tamamlayabilecek başkası yoktu!
hangi hızda hangi virajda ne kadar yön değiştireceğini ;eşinin ne zaman neye kızacağının kalıbını çıkarmış insanlar kadar biliyordum.
ne yapalım ki haftada altı gün çalışan bir sahibin vardı. katılamadık! içimde hala uhdedir.

* * * şimdi senin ölümünle, son on yıllık tüm anılarımı da araba mezarlığına götürdüler.
sadakati, paylaşmayı, beraber yol almayı, beraber yaşlanmanın hazzını da, senin buruşmuş bedeninle, feri kalmamış gözlerinle beraber götürdüler sanki.

beni, senin içinden anı kırıntılarını toplamaya son kez yanına çağırdıklarında, işte bu yüzden çok ağladım!
adamlar hıçkırdığım için bana şaşkın bakıyorlardı ve biliyorum sen onlar için hasarlı araçlar arasında herhangi biriydin, anlayamazlardı.

üzerinden, kırağıyla sertleşmiş metalik bez örtüyü kuru bir hışırtıyla açıp soğuk gövdenle beni baş başa bıraktılar.

küllükte ne zaman söndürdüğümü hatırlamadığım son sigara izmaritim, paspasın üstünde son park yerinin çamurlu fişi, vitesin yanında tükenmez kalemim, bozuk paralar ve sarı not kâğıtlarım ne kadar da sessiz ve öksüz geldiler bana bilemezsin.

yıpranmış plastik paspaslarının üzerine gözyaşlarımı dökerek torpido gözünden kasetlerimi, ağrıkesici ilaçlarımı topladım bir naylon poşetin içerisine.

seni bir insanı, bir sincabı, bir köpeği sever gibi sevdim.
eğilip bükülmüş yaşlı gövdenin içerisinde sıkışıp kalan hatıralarımı seninle bırakıp çıktım. kar yağıyordu.

sen benim hayatım boyunca erdemsizlere karşı dürüst kalmamın tek eşyası, telef edilmiş emeklerimin tek paraya dönüşmüş ödülüydün.

öldün.
sen benim alın terimdin.

 

 

09-01-09_14291

a.yazıcı  09.ocak 2008

Total
0
Shares
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Yazılar
Afalina Bozkurtlar Buart