Çikolata tatlı, dilimde kahkaha attırıyor: cici çikolata.
Sobaya dokununca elim acıyor: pis soba!
Bebekler doğduğunda beyinlerinde hiçbir önyargı yoktur çünkü deneyim depoları boştur.
Mukayese etmeyi düşe kalka öğrenirler.
Onlara neşeli gelen her olgu “iyi”, canlarını yakan yahut bir hareketini kısıtlayan her şey “kötü” olarak beynin stok bölümüne kaydedilir…
Sonra, “iyiler” bir klasöre, “kötüler” başka klasöre atılıp, yıllar geçtikçe kendi genel yargılarını bu kayıtları kullanarak oluştururlar:
• Musti amcanın çok parası var ama musti amca kötü. o zaman çok parası olan insan kötü oluyor!
(Bu, zamanla para kötülük getirir şekline dönüşüp klasöre atılır. “aman çok param olacağına huzurum olsun” kalıbına sokulur ve tanıdıklara yayılır… oysa her parası olan kötü değildir. )
• Sevgi çok güzel bir kız. sevgi aynı zamanda aptal!
(Güzel kızların hepsi aptaldır yargısı depoya atıldı bile. oysa akıllı nice afetlerle karşılaşacaktır. )
Bir diğer öğrenme ve kayıt işlemi de ebeveynlerin “söyledikleri cümleler” ile oluşur.
Çocuğun yaralanmadan, sakatlanmadan hayatta kalabilmeleri için (!) asal öğütler verirler:
* mutfağa gelme üzerine yağ devrilir!
* müzeyyen kötü bir kadın, çocuğuyla oynamana izin vermiyorum!
* şeker yeme dişlerin dökülür!
* sınıfını geçmezsen bisiklet yok
* dondurma almam! boğazın şişer…
* elleme sen, kırarsın!
* ver ellerini sabunlu bezle sileyim! ortalığı su içinde bırakırsın sen!
Kafada bilgi şeritleri oluşuverir:
- mutfak insanların canını yakmak için pusuda bekler!
arkadaşlarımdan kötülük gelir!
şeker, tadı için değil dişleri çürütmek için icat edilmiştir!
ödül almam için beni sevmeleri yetmiyor!
ben sakarım! neyi ellesem kırarım.
ben ellerimi sabunlamaktan acizim! …
Oysaki ebeveynlerin de dişleri çürümüştür. ama şekerden değil! onların da annelerine -kötü olsa bile- benzemeyen iyi çocuklardan arkadaşları olmuştur…
Kıra döke bir tabağı sonunda masaya taşımayı becerebilmişlerdir. banyoyu su içinde bıraksalar bile ellerini sabunlamayı öğrenmişlerdir.
Bu yüzden hepimizin kafasında bir iki yarık izi, dizlerinde çocukluktan kalma kabuk yerleri, ağzında bir iki dolgu vardır. hatta eli sobada veya ocakta yananlar… bunlar olmasaydı nasıl gerçek bilgiyi kaydedecektik?
Hayat “öğütle” düz yollara çıkabilseydi, çocuklarımız hiç tecrübe kazanmadan canı acımadan, ağlamadan ve sıkılmadan, hatta emek vermeden birçok iyi şeyi (!) elde eder, ebedi mutluluk içinde yaşarlardı.
Her âdemoğlunun yaşamda karşılaştığı olaylara verdiği tepkiler, kendi yaşadıklarının beyninde yaptığı kayıtlardan oluşur. öğütlerden değil.
Çünkü herkes aynı öğütle yola çıksa bile yaşarken kaydettikleri farklıdır.
Ani bir ses karşısında bile herkes “farklı” tepki verir. işsiz kaldığında, tokat yediğinde, ödül kazandığında, çaydan dili yandığında, vapuru kaçırdığında, haksızlığa uğradığında, zam aldığında vs vs…
Haydı diyelim ki öğütler, öncekilerin edindiği “bedeli ağır” deneyimlerden oluşmuştur. peki her duruma her çağda ve koşulda aynı tepkiler mi verilir?
1965 yılında ikiz kuleler yıkılsaydı bugünkü tepki oluşur muydu?
Patron, “zam yapmıyorum işte n’apacaksın” dediğinde, 1980 de verilen tepki ile 2009 daki aynı mı?
1970 de boşanan bir kadınla, 2009 da eşinden ayrılan kadının kafalardaki yargısı aynı mı?
Ne zamandan beri damlamaya damlamaya göl olamıyor?
“edepli” olmanın anlamı değişmedi mi sizce?
“helal olsun adama valla nasıl da üçkâğıt planlamış” diyen yeni nesil uzaydan mı geldi?
“alma mazlumun âhını, çıkar aheste aheste” der öğüt..ama mazlum olduğu yerde kalakalmıyor mu artık?
Velhasıl kelam, nereden nereye geldim. laf lafı açtı…
Esas bu yazıya başlamam sebep 5 yaşında Almanya’da yaşayan yeğenim. Tekerleme öğrenmek istemiş, annesi de “portakalı soydum, başucuma koydum ben bir yalan uydurdum, duma duma dum” dan bıkan çocuğa aşağıdaki tekerlemeyi söylemiş:
bir iki üçler yaşasın türkler
dört beş altı polonya battı
yedi sekiz dokuz almanlar domuz
on, on bir, on iki, italya tilki
on üç, on dört, on beş, ruslar kalleş
16 ,17 ,18, ortada kaldı portekiz
!!!….çocuk afallamış kalmış!
Birincisi çocuk bu ülkeleri tanımıyor bile! çünkü onların haber bültenleri bizimkiler kadar uzuuun ve ayrıntılı dünya haberleri vermiyor ve dost/düşman kavramını deşmiyorlar.
(biz de tekerlemeyi söylerken ülkeleri tanımıyorduk ama anne babalarımız da itiraz etselerdi zaten,
“öyle deme çocuğum, polonya 1989’a kadar kan kustu ama batmadı” derdi…
İkincisi, rusya diye bir ülke de yok zaten artık. 20 yıl önce dağıldı. polonya’nın durumu gayet iyi… 5 yıldır avrupa birliğine üye.
Üçüncüsü çocuğun annesi Türk ama babası Alman!!
(rezillik burada başlıyor zaten. çocuğa bunu nasıl anlatırsın ki bu bir tekerleme, laf olsun torba dolsun diye yapılmış ama babasına domuz diyor. )
Dördüncüsü, “İtalya” ve “tilki” sözcükleri katiyetle uymamış!
“italya” kelime olarak latince ve “vitelieu” den türemiştir..
Bu da buzağı demektir! tilki ile uzaktan yakından alakası yoktur.
Kafiye olsun diye, çocuk aklıyla tekerlemeye konulmuştur. iki ile kafiye yapsın diye tilki sözcüğü kullanmışlar.
Yine şükretmeli bitli, ziftli, kitli filan da uydurabilirdi çocuk aklı…
Portekiz’e gelince, hiç de ortada kalmışa filan benzemediği gibi, AB’nin en uysal düzenli üyelerinden biri. Hiçbir ülkeyle dalaşmamış ve herkesle dostane ilişkileri var. Ha, topraklarının üzerinden Fenikeliler, yunanlılar, Romalılar, Cermenler, ve Endülüs emevileri gibi bir sürü medeniyet geçmiş… olsun!
Anası Türk, babası Alman. daha beş yaşında… Dost/düşman kaydı yok beyninde!
Şimdi, bu tekerlemeden , bu çocuk nasıl bir önyargı klasörü yapacak merak içindeyim!
Yeğenime ben de çok bildik bir tekerleme yazayım: annesi de Almancaya çevirsin bakalım..
Mana filan aramayın… sakın!… Çocuğun kafası karman çorman oldu zaten…
Mini mini birler, çalışkandır ikiler, mavi gözlü üçler, dayak yiyen dörtler, misafirdir beşler, altılar, altınımı çaldılar, yediler, yemeğimi yediler, sekizler, semizdirler, dokuzlar, doktor oldu, onlar bizi okuttu. !!! (buyurun buradan yakın)
a.yazıcı